Abstract:
Bu çalışmada 1923–2015 arasındaki süreçte Türkiye Cumhuriyeti’nde müziksel kurumlaşma hareketleri ele alındı. Bu kurumlaşma hareketlerine etki eden siyasi, kültürel, felsefi bakış biçimleri ve bunların bağlantılı olduğu olgu ve olaylar incelenerek bu sürecin iniş ve çıkışları değerlendirildi.
Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arasında müziksel kurumlaşma hareketleri açısından benzerlik ya da farklılıklar, öncelikle gözden geçirildi. Osmanlı Dönemi’nde müziksel kurumlaşmalar ve kurum modelleri var olsa da Cumhuriyet sonrası Batılılaşma hareketleriyle kurumsallaşan müziksel yapıdan oldukça farklı şekilde yer almaktaydı. Müzik etkinlikleri geniş bir yer tutmakta ve birçok seçkin müzisyen en üst düzeyde kabul görmekte ve ödüllendirilmekteydi. Bu anlamda müziğin özellikle üst yapı kurumunda bir kısıtlamaya maruz kalmamış olması dikkat çekici bir noktadır. Bazı padişahların müzikle ilgilenip icracı ya da besteci olarak öne çıkmaları Osmanlı döneminde müziğin ciddi bir kabul görmüş olduğu şeklinde değerlendirilebilir. Fakat sarayda bir müzik eğitimi olsa da bu eğitim geniş halk kitlelerine ulaşamıyordu. Müzik öğretiminin geleneğe bağlı olarak “sözel” bir yapısı vardı. Yani müzik ustadan çırağa aktarılıyordu. Müzik eğitimi ve müzik icrası iç içe geçmişti. Batı Avrupa ülkelerindeki gibi notaya dayalı bir müzik eğitiminin bulunmaması bir yandan müziğin bir meslek alanı olarak yaygınlaşamamış olmasıyla ilgiliyken diğer yandan da basım tekniklerinin Avrupa’dan daha geç bir dönemde kurumlaşmasıyla da ilgilidir. Nota yazısının kullanılmıyor olması nedeniyle müzik eğitimi bir anlamda sözel geleneğin olanaklarıyla sınırlı kalmak durumundaydı. Bu durum hem bir avantaj hem de bir dezavantaj sayılabilir. İcranın tüm özellikleriyle aktarılabilmesi bir avantaj özelliği taşırken bu icranın sonraki kuşaklara aktarılabilmesinin imkansızlığı nedeniyle de bir dezavantaj söz konusuydu.
Tanzimat Dönemi Batı ile ilişkilerin giderek attığı bir dönemdi. Batı’nın değerlerini anlayan yeni bir kuşağın yetiştirilmesi için Avrupa’ya öğrencilerin gönderilmesi, Avrupa tarzında okulların açılması ve batılı normlar doğrultusunda reformlar yapılması da bu döneme rastlamaktadır. Farklı dil, din ve ırklardan oluşan çok uluslu bir yapısı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun giderek batıya yaklaşmakta oluşu mehter yerine bando topluluğunun kurulmasını da beraberinde getirmiştir. Devlet bir anlamda yüzünü Batı’ya çevirme sürecine girmiş oluyordu. Mehter’den bandoya geçişle simgeleşen değişim, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin batılılaşma anlamında aynı çizgide yürümesi olarak da tanımlanabilir. Batının kültürel değerleri arasında müziğine daha sıcak bir ilgi gösteren Osmanlı’nın bu yönelimi Cumhuriyet döneminde de değişmemiş ve bu yolda giderek artan bir hızla devam edilmiştir.
Mehterin kaldırılması ve yerine bandonun getirilmesinin nedenlerinden biri “Batılılaşma”dır. İmparatorluğun gerileme devrinde görülen bu değişimin hem iç hem de dış nedenlerle bağlantılı olabileceği bir gerçektir. Mehterden bandoya geçişte ismi en sık anılan kişilerin başında Donizetti gelir. Müziksel anlamdaki bu büyük değişim kuşkusuz ki Osmanlı’nın sıkıntıları olduğu anlamına da gelmekteydi. Bu değişimlerin imparatorluğun çöküşüyle aynı zaman dilimine rastlıyor olması ise bir başka soruyu karşımıza çıkarmaktadır. Avrupa’nın gelişimi karşısında hamleler arayışı içine giren Osmanlı, Tanzimat olarak da adlandırılan reform hareketleriyle bir anlamda bir yarış içinde olduğu Avrupa’nın değerlerini benimseme yoluna yönelmişti. Güçlü ordusuyla çok geniş bir coğrafyaya hükmeden imparatorluğun askeri alandaki değişimlerinin bir uzantısı olarak da anlaşılabilir mehterin tasfiye edilmesi.
Birçok kimsenin müzikte batılı değerler sisteminin benimsenmesini Cumhuriyet’in çağdaşlaşma, modernleşme, Avrupalılaşma gibi çabalarının bir sonucu olarak görüyor olmasına rağmen 1924'te Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti’ne dönüştürülmüş olan Muzıka-yı Hümayun’un kuruluşuyla bu değişimin yaklaşık yüz yıl önce gerçekleştirilmiş olduğu gözden kaçmaz. Bu değişim yeni müzik değerlerinin hem kamusal alanın bir vazgeçilmezi ve simgesel değerlerinden biri olması hem de toplum yaşamın bir parçası olması anlamına geliyordu. Söz konusu değişim Osmanlıda başlamış olmakla birlikte ulaşabildiği insanların sayısı itibariyle dar kapsamda kalmıştı. Cumhuriyet sürecinde geliştirilen yaklaşımla Osmanlı İmparatorluğu’nda başlamış olan müziksel değişim süreci genişletilmeye ve yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.
Modernleşme düşüncesi Avrupa merkezli bir toplumsal ve fikirsel yapılanma yönelimidir. Cumhuriyet sürecinin en belirgin davranışlarından biri olarak çıkar karşımıza modernleşme. Başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyet’in öncüleri bu yönelime sıklıkla vurgu yapmışlar ve bu yolda ciddi adımlar atmışlardır. Geçen yüzyılda birçok ulus ve devlet bu yönelim içinde bulunmuşlardır. Modernleşme ve Avrupalılaşma sık sık aynı anlamda kullanılan kelimeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani modernleşmek ancak Avrupalılaşarak mümkün görülmekteydi. Fakat bu düşünce kısmi bir modernleşmeden çok her şeye baştan başlama düşüncesini, eski olanla, yani Osmanlı ile bağları kopartıp yeni olanla yani Avrupa değerleriyle, başka bir anlamda modern olanla sıkı bağlar kurma davranışını ortaya çıkarmıştı. Bu değişimin büyük bir hızla olması gereğine Atatürk birçok kez vurgu yapmıştır. Değişim düşüncesi büyük başarıları derin bir çöküşle sona eren Osmanlı’nın değerlerinden hızlı bir kaçış dönemi başlamıştı ve modernleşme bir kurtuluş reçetesi olarak neredeyse tek seçenek olarak ortaya çıkmıştı. Dönemin koşulları yavaş ve sindirerek bir modernleşmeden çok aniden gerçekleşen bir değişimi bir anlamda zorunlu kılıyordu. Osmanlı’nın küllerinden yeni bir varoluş yaratmak için kaybedilecek zaman yoktu. Osmanlı Dönemi’nde de sıkıntıların modernleşerek atabileceğine inanılarak bazı adımlar atılmış fakat bu adımlar hiçbir zaman Cumhuriyet dönemindeki kadar cesurca olamamıştı. Sindirerek bir değişim gerçekleştirmek, yüzlerce yıllık köklü bir gelenekten bir anda kopmak zordu kuşkusuz. Yeniliklerin toplum tarafından kabulü, yaşama geçirilmesi, içselleştirilmesi uzun zaman gerektiriyordu. Cumhuriyetin ortaya koyduğu cesur ve hızlı değişim belki bu yüzden daima dirençlerle karşılaşmıştır. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerindeki bu yaklaşım birbirinden ayrı özellikler taşır.
Osmanlıdaki kısmi hamlelere karşın Cumhuriyet döneminde köklü ve kapsamlı bir modernleştirme tavrı belirgindir.
Müzikte modernleşme konusunda önemli adımlardan biri Musiki Muallim Mektebi’dir. Öğretmen yetiştirmeye odaklaşmış bu kurumdan mezun olanlar zaten sayıca azdı ve bunlar da çoğunlukla müzik öğretmeni olarak tayin ediliyordu. Böylece bu okulun mezunlarının müzik icrası alanında göze çarpan uygulamalar gerçekleştirme şansı yoktu. Bu durum icra alanında bir boşluğun hissedilmesini ve konservatuvar kuruluşunu tetiklemiştir. Cumhuriyetin kuruluşunun hemen ardından bir anlamda imparatorluğun resmi müzik topluluğu olan Mızıka-i Hümayun 1924’te Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti adı verilerek Ankara’ya getirildi. Bu değişimin gerçekleştirilmesi müziksel kurumlaşmadaki kararlılığın ne kadar kesin olduğunu gösteren işaretlerden biridir. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Atatürk’ün, müzikte batılılaşma projesini giderek şekillendirmekte olduğu görülmektedir. Geleneksel çerçevedeki icra için oluşturulmuş olan Riyaset-i Cumhur İnce saz Heyeti'nin ise ilgi görememesi ve bu yüzden varlığını kaybetmiş olması (Sarı, 2009) da bu oluşumlarla birlikte anlam kazanmaktadır.
Cumhuriyet, kültür politikalarını kökleri Osmanlı’da görülen batılılaşma düşüncesine bağlı olarak oluşturmuş ve geliştirmiştir. Fikirsel altyapısını Rönesans ve Aydınlanmacılık’tan alan Batı uygarlığının onunla daima iç içe olmuş Osmanlı’yı etkilememesi düşünülemezdi. Osmanlı İmparatorluğu giderek artan bir hızda Batı’nın kültürel değerlerinden etkilenmekteydi. Bu süreç Osmanlı’nın sona ermesi ve Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti “Batılılaşma”yı devletin temel düşünsel dayanaklarından biri olarak almasıyla devam etmiştir.
Müzik alanındaki kurumlaşmayı en genel çizgileriyle iki kategoride değerlendirmek mümkündür. Bu kategoriler eğitim ve icradır. Kuşkusuz bu iki kategori birbiriyle sıkı sıkıya ilişkilidir ve her ikisi karşılıklı olarak diğerini sürekli etkiler. Eğitim alanındaki kurumsallaşma icracılık alanına katkı sağlarken icra alanındaki etkinlikler de eğitim kurumlarının biçimlenmesini etkilemiştir. Günümüzdeki büyük çeşitlilikle karşılaştırıldığında Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurumsal modeller oldukça sınırlıydı. Müzik eğitiminin kurumsallaşması anlamında Cumhuriyet döneminde atılan en önemli adımlardan biri ve icra kategorisiyle daha da yakından ilgili olanı konservatuvar kurumlaşmasıdır. Konservatuvar bir müzik eğitim kurumudur ve icra kurumu olan orkestralara doğrudan kaynak sağlar. Genel ve mesleki müzik eğitimi için uygulayıcılar yetiştirmek ise konservatuvarın birincil amacı değildir. Konservatuvar kurumlaşması hemen hemen tümüyle Hindemith’in öngörüleri doğrultusunda gerçekleşmiştir. Hindemith’in, çok keskin bir şekilde Alman modeli konservatuvarı tek seçenek olarak sunan öngörüleri yerine ulusal değerlerle daha fazla buluşabilen bir kurumlaşma gerçekleşmiş olsaydı Atatürk’ün birleştirici bakışıyla daha çok buluşulabilirdi. Her ikisi de kendini “devlet” konservatuvar olarak adlandırıyor olmasına rağmen bugün iki farklı konservatuvar yapılanmasından biri Hindemith’in öngörülerinin bir sonucudur diğeri ise değildir. Günümüzde bu ayrımlaşmanın doğal bir dönüşümle ortadan kalkmakta oluşuna dair pek çok işaret alınmaktadır.
İnönü döneminin en çarpıcı kurumlaşma olaylarından biri 5245 sayılı 1948 tarihli “İdil Biret ve Suna Kan'ın Yabancı Memleketlere Müzik Tahsiline Gönderilmesine Dair Kanun”dur. Gerek adı itibariyle gerekse içeriği itibariyle Cumhuriyet’in müziksel kurumlaşmasındaki ya da bir başka deyimle Cumhuriyet’in müzik davranışında önemli köşe taşlarından biri olarak karşımıza çıkar bu kanun. 1956’da, İdil Biret’le Suna Kan’ın bütün hakları saklı tutularak, “Güzel Sanatlarda Fevkalade İstidat Gösteren Çocukların Devlet Tarafından Yetiştirilmesi Hakkında Kanun” çıkarıldı. Böylece isme ilişkin yanı ortadan kalktı ve genelleştirildi. Kişiye özgü olması nedeniyle onların dışındaki kimselerin de bu yasa kapsamında gönderilmesi mümkün görülmüyordu.
Cumhuriyet ve tek parti döneminin çok önemli kurumlarından biri olan Halkevleri Atatürk tarafından kuruldu. Amaç, halkı bilinçli yurttaşlar haline getirmekti. Halkevleri İnönü döneminde etkinliği ve önemini arttırmış ve döneme damgasını vuran kültür kurumlarından biri olmuştur. Müziksel kurumlaşma açısından önemi ise bu kurumların müziksel kurumlaşmanın altyapısını oluşturan birçok etkinliğin sunumuna olanak sağlamasıydı. Birçok başka kültürel etkinliğin yanı sıra ciddi müziksel etkinliklere de önemli derecede destek olmuş ve halkın kültürlenmesi ve bilinçlenmesine katkılar sağlamıştır bu kurumlar. Bir anlamda resmi Cumhuriyet ideolojilerinin gelişip yaygınlaşma ortamıydı Halkevleri. Cumhuriyet müzik kurumlaşmasının öncü isimlerinden Adnan Saygun da bu kurumlarda bir süre müzik danışmanlığını yapmış ve “Halkevlerinde Musiki” isimli bir de kitap yazmıştır. Halkevleri’nin Bartok’u Türkiye’ye daveti ise burada ele alınan kurumlaşma çabalarına ilişkin önemli konulardan biridir. Tek parti dönemindeki en çarpıcı eğitim hareketlerinden biri olan Köy Enstitüleri çok uzun süre yaşayamamış olsalar da kuruluşlarından bu yana hiç bitmeyen bir tartışmanın odağında olmuşlardı. Bu kurumların baş mimarı dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’di. Kuruluş ve kapatılışı arasında yaklaşık 14 yıl vardır. Açılışı CHP kapanışı ise DP hükümeti döneminde gerçekleşmiştir.
Ülkemizdeki müzik kurumlaşması ülke siyasetiyle başa baş gelişen bir seyir izlemiştir. Gerek ilk kurumsallaşma girişimleri olsun gerekse 1950’de DP iktidarıyla başlayan ve yeni kurumsallaşma modellerini doğuran süreç olsun siyaset-müzik ilişkilerinin başa baş yürümesini getirmiştir. Çok partili siyasal sisteme geçiş müziksel kurumsallaşmaya yeni boyutlar getiren bir süreç olmuştur. Müziksel kurumsallaşmada da çok partililiğe koşut bir “çok seslilik” ortamı oluşmuştur. “Çoksesli” Batı Müziği anlamındaki yapılanmalar bir anlamda bu döneme kadar “tek sesli” bir çizgide ilerlerken bu dönemle birlikte kültürel açılımlarda da farklı sesler duyulmaya başlanmış oldu. Böylece Türkiye’nin politik ekseninde bir değişim gerçekleşti ve bu durum doğal olarak kültür ve müzik politikalarına da yansıdı. Bu dönem müzik politikalarının “evrenselci” çizgiden “ulusalcı” çizgiye de kaymaya başlaması demekti. Öte yandan Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerin gelişmesine paralel olarak müzik politikalarımızda egemen olan Avrupa merkezli bakışa alternatif bir bakış gelişti. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ağırlıklı olarak Avrupa ülkelerine müzik eğitimi almaya öğrenci gönderilirken Amerika müzik eğitimi tercihinde giderek önemini arttıran bir seçenek olarak belirginleşmeye başladı. Diğer taraftan ülkemizde giderek yaygınlaşmakta olan ve dinleyici kitlesi giderek çoğalan Amerika kaynaklı popüler müzikler ve caz da bu durumdan nasibini almış ve günümüzde geniş bir dinleyici kitlesi bulmuştur. 1950 de başlayan Türkiye’nin politik eksenindeki bu değişim süreci daha sonra kurulacak olan Türk Musikisi Konservatuvar'ının da altyapısını hazırlayan bir süreç olmuştur.
TMDK2’nın kuruluşu ve bu süreci izleyen gelişmeler bugün de dinamik bir gelişim süreci göstermektedir. Batı ülkelerindeki modeller esas alınarak bir konservatuvarın 1936’da kurulmasından 40 yıl sonra kurulan TMDK müziksel kurumlaşmaya ciddi bir alternatif oluşturma misyonunu sürdürmeye devam etmektedir. Bugün birbirinden farklılık gösteren bu iki konservatuvar yapılanması sayıca birbirine yaklaşmıştır. Öte yandan araya kalın bir çizgi çekerek kendini “öteki”nden ayırma çabalarının da giderek kaybolmakta olduğu görülmektedir. Örneğin Selçuk Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın model olarak TMDK’ kuruluş yapısını tercih etmiş olduğu görülmekle birlikte adında onu çağrıştıran bir vurgulama yapılmamıştır. Bu durum Sakarya Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, Dicle Üniversitesi Devlet Konservatuvarı gibi kurumlarda da görülmektedir. Bu kurumların adlarında yer almamakla birlikte Temel Bilimler Bölümü, Ses Eğitimi Bölümü, Türk Halk Oyunları Bölümü şeklindeki kurumlaşma modelini esas alarak TMDK’yı izledikleri görülmektedir. Bu belirlemeden yola çıkarak Türk Müziği Konservatuvarlarının iki farklı tutum gösterdiğini söylemek mümkündür.
1980’li yıllar müziksel kurumlaşmaya hem bir hız hem de büyük bir çeşitlilik getirmiştir. 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri darbe ve bu sürecin devamı olarak ortaya çıkan YÖK tüm eleştirilere karşın genel olarak üniversiter kurumlaşmaya olduğu gibi müziksel kurumlaşmaya da büyük bir çeşitlilik getirmiştir. Müzik kurumlarının sayısı katlanarak artmıştır. 1980’li yıllarda ortaya çıkan yeni bir kurum modeli olan Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri birçok bakımdan diğer tüm kurum modelleriyle karşılaştırılabilecek bir düzeye gelmiştir. Her şeyden önce bu kurumların sayısı diğer tüm müzik kurumu türlerinden sayıca fazla olması bakımından dikkat çekicidir. AGSL’lerin toplam öğrenci kontenjanı da bu duruma bağlı olarak diğer kurum türlerinden daha yüksektir. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde bulunması nedeniyle de yeni Güzel Sanatlar Liseleri’nin açılabilmesi üniversite bünyesinde bulunan okullara göre kolaydır ve müziksel kurumlaşmanın geniş toplum katmanlarına yayılabilmesine olanak yaratmaktadır.
2000’li yılların başlarında gelinen noktada müziksel kurumlaşmanın gerek eğitim gerekse icra kurumlarıyla geniş toplum kesimlerini yakalayabildiği ve hem resmi hem de özel sektörde birbirine paralel müzik kurumlaşmalarının ortaya çıktığını görmekteyiz. Bu anlamda Cumhuriyet’in başlangıcında öngörülenle birebir örtüşmese de toplumsal yapıyla kaynaşmış ve farklı kültürel alanların temsiline olanak yaratan bir kurumlaşmanın ortaya çıktığı, ve bu değerlerle bir çatışma değil bir uyuşma içinde bir müziksel kurumlaşma gerçekleştiği söylenebilir.